31 Ocak 2013 Perşembe

UMUT IŞIĞI (KİTAP TANITIMI)





Pat Peoples ile tanışın.


Pat’in iyimserliğe dair bir teorisi var: 

Hayatının, yapımcılığını Tanrı’nın üstlendiği bir film olduğuna inanıyor. Ve mutlu sona ulaşması için Tanrı ona fiziksel olarak formda olmasını, duygusal açıdansa kitap okumasını emrediyor; bunun karşılığında ayrıldığı karısı Nikki’nin ona geri dönmesini sağlayacak. (Pat’in uzun yıllar bir akıl hastanesinde yattığını söylersek umarız şaşırmazsınız.)

Umut Işığım, bir adamın hafızasını yeniden kazanmaya çalışırken karısının ihanetiyle yüzleşmek zorunda kalmasına dair gürültücü ve keskin hikâyesini anlatıyor. Matthew Quick bizi Pat’in zihninde dolaştırıyor, hünerli kalemiyle bize onun sevimli olduğu kadar çarpık bakış açısıyla bambaşka bir dünya gösteriyor. Bu dokunaklı ve eğlenceli roman, depresyon ve aşka çok farklı bir gözle bakmanızı sağlayacak.


***

ÖVGÜLER






“Umut Işığım’ın anlatıcısı ve başkahramanı Pat Peoples’ın ilginç ve hayranlık uyandıran bir karakter olduğunu düşünüyorum. Okurken onu önemsemekle kalmadım, aynı zamanda hiç utanmadan onun adına mazeretler uydurdum ki bu bir yazar açısından zoru başarmak anlamına gelir. Pat Peoples’ın yazarı Matthew Quick. Bu ilk roman, profesyonellerin de dillerinden düşürmedikleri üzere fazlasıyla umut’ vaat ediyor… Biraya batmış içki âlemlerinden, yenilgi sonrasında Iggles taraftarlarının kendilerini içinde buldukları zifiri umutsuzluk çukurlarına kadar, Quick tam on ikiden vuruyor.”


- BILL LYON, The Philadelphia Inquirer





“Dokunaklı ve eğlenceli bir ilk roman… Sıradışı hikâyesiyle okuyanı coşturacak her şeye sahip.”




- Publishers Weekly






“Matthew Quick, Umut Işığım‘la resmen bir gönül yarası açıyor.”



- Kirkus Reviews






“Cesur bir ilk roman… Quick kitabın sayfalarını öylesine absürt bir zekâ ve gerçekçi duygularla dolduruyor ki alışılmadık kahramanı için heyecanlanmamak mümkün değil.”



- Allison Lynn, People






”Matthew Quick doğal bir hikâyeci. Umut Işığım‘da dürüst, zeki ve tutkulu bir anlatımla, okuyucusunu iyimserlik fırtınasının kucağına atıyor. Evde yaşamanın zorluklarını hiç çekinmeden sayfalara dökerken, meydan okumanın da ötesine geçerek bizleri havada asılı duran bir umut bulutuyla baş başa bırakıyor. Umut vaat eden bir ilk roman ya da okuyanı sarıveren bir aşk hikâyesi olmaktan öte, bu roman kendimizi iyileştirebilmemiz için bir hediye niteliğinde.”



- ROLAND MERULLO,


In Revere, in Those Days romanının yazarı






“Eğlenceli ve yürekten hissediliyor, üstelik özgün bir roman. Umut Işığım zor kazanılan umudu anlatırken sağlam ve kışkırtıcı hikâyesiyle aşkı, deliliği, Philadelphia Eagles maçlarını, inancı ve aile meselelerini sihirli bir şekilde birbirine bağlıyor. Bu harika roman gerçek bir yetenek tarafından yazıldı.”



- MARTIN CLARK, The Many Aspects of Mobile Home Living ve The Legal Limit kitaplarının yazarı






“Yürek ısıtıyor, esprileriyle insanın ruhunu doyuruyor.”


- Nancy Perl, NPR, “Summer’s Best Books”



Nikki ile Kaçınılmaz Kavuşmamıza Sonsuz Sayıda Gün Kala*


Annemin yine sürpriz yaparak ziyarete geldiğini anlamak için başımı kaldırmama gerek yok. Ayak tırnakları yaz aylarında hep pembe ojelidir, ayrıca deri sandaletlerinin üzerindeki çiçek desenlerini tanıyorum; bu sandaletleri son seferinde, beni o kötü yerden çıkarıp gittiğimiz alışveriş merkezinden satın almıştı.





Anneme bir kez daha yanımda refakatçim olmadan, üzerimde bornozumla spor yaparken bahçede yakalanıyorum ve gülümsüyorum, çünkü biraz sonra Dr. Timbers’a bağıracağını, madem bütün gün yalnız bırakılacaksam neden kilit altında tutulmam gerektiğini soracağını biliyorum.


Onunla konuşmadan ikinci yüzlük sete başladığımda, “Daha kaç şınav çekeceksin, Pat?” diyor annem.


“Nikki -üst-tarafı-gelişmiş-adamlardan-hoşlanıyor,” diyorum, her bir şmav arasında tükürürcesine. Tuzlu ter damlalarının tadını alabiliyorum.


Ağustos sıcağı, yağ yakmak için birebirdir.


Annem birkaç dakika kadar beni seyrettikten sonra beni şaşırtıyor. “Bugün benimle eve gelmek ister misin?” derken sesi bir nevi titriyor.


Şınav çekmeyi bırakıp yüzümü anneme çevirerek bembeyaz öğle güneşine karşı gözlerimi kısıyorum. Anında onun ciddi olduğunu anlıyorum, çünkü bir hata yapmış gibi endişeli görünüyor. Annem ne zaman ciddi bir şey söylese aynen böyle görünür, üstelik canı sıkkın ya da korkmuş olmasa, saatlerdir bir aradaymışız gibi öylesine sıradan bir tonda konuşmaz.


“Yine Nikki’yi aramak için ortadan kaybolmayacağına söz verirsen,” diye ekliyor, “Sana bir iş bulup bir apartman dairesine seni yerleştirene kadar eve gelip ben ve babanla yaşayabilirsin.”


Şınav çekmeye devam ederken, gözümü burnumun dibindeki çimi koklayan parlak siyah karıncadan ayırmıyorum, ama yüzümden yere düşen ter damlalarını gözucuyla görebiliyorum.


“Pat, hadi benimle birlikte eve geleceğini söyle. Sana yemek pişiririm, eski arkadaşlarını ziyaret edersin, sonunda yeni bir hayata başlarsın. Lütfen. Bunu istemeni istiyorum. Hatırım için, Pat. Lütfen”


Hızlandığımda göğüs kaslarım geriliyor, büyüyor; acı, sıcak, ter, değişim.


Kimsenin iyimserliğe, aşka, mutlu sonlara inanmadığı ve herkesin yeni vücudumu beğenmek bir yana dursun, dışarı çıktığımda Nikki’nin beni görmek bile istemeyeceğini söylediği bu kötü yerde kalmak istemiyorum. Ama aynı zamanda eski hayatımdan tanıdığım insanların beni karşılarında gördüklerinde, görünmeye çalıştığım kadar heyecanlanmayacakları ihtimalinden korkuyorum.


Ve eğer günün birinde kafamı toparlayabileceksem, can sıkıcı doktorlarla kâğıt bardaklarda sayısız hap taşımaktan başka işe yaramayan çirkin hemşirelerden uzaklaşmaya ihtiyacım var. Üstelik annemi kandırmak, işlerinde uzman olan doktorları kandırmaktan daha kolay. Kendimden emin bir şekilde doğruluyorum ve “Ayrılık süresi bitene kadar gelip sizinle yaşarım,” diyorum.


Annem yasal belgeleri imzalarken odamda son duşumu alıyorum, sonra giysilerimle doldurduğum spor çantama Nikki’nin çerçeveli fotoğrafını koyuyorum. Oda arkadaşım Jackie’ye veda ettiğimde, şeffaf bal kıvamında salyası her zamanki gibi çenesinden süzülürken yatağından boş gözlerle bana bakıyor. Dağınık saçları, tuhaf şekilli kafası ve hımbıl vücuduyla zavallı Jackie. Onu sevebilecek bir kadın düşünemiyorum.


Jackie tek gözünü kırpıyor. Veda edip iyi şanslar dilediğini varsayıyorum, ben de ona iki gözümü birden kırpıştırarak çifte şans diliyorum. Anlamış olmalı ki homurdanıyor ve söylenen bir şeyi anladığında hep yaptığı gibi, omzuyla kulağına vuruyor.


Diğer arkadaşlarım müzikle rehabilitasyon sınıfında; onlara katılmıyorum çünkü doğaçlama caz müziği beni bazen öfkelendirir. Kilit altında olduğum günler boyunca beni destekleyen adamlara veda etmem gerektiğini düşünerek müzik odasının penceresinden içeri bakıyorum ve adamlarımın mor yoga matlan üzerinde Kızılderililer gibi bağdaş kurup oturduklarını görüyorum. Avuçlarını yüzlerinin önünde birleştirip gözlerini yummuşlar. Neyse ki penceredeki cam, içeride çalan doğaçlama cazın kulaklarıma kadar ulaşmasını engelliyor. Arkadaşlarım -huzurla- gevşemiş görünüyor, o yüzden seanslarını bölmemeye karar veriyorum. Zaten vedalardan hep nefret etmişimdir.


Annemle buluşmak üzere lobiye iniyorum. Bir süredir kaldığım bu kötü yer Baltimore’da değil de Orlando’daymış gibi, kanepelerle pufların arasından üç palmiye ağacının boy verdiği lobide, Dr. Timbers’ın da beyaz önlüğüyle beni beklediğini görüyorum. Tokalaşırken, “Hayatının tadını çıkar,” diyor her zamanki ciddi ifadesini takınarak.


“Ayrılık süresi sona erene kadar,” dediğimde, sanki karısı Natalie’yi ve üç sarışın kızı Kristen, Jenny ve Becky’yi öldüreceğimi söylemişim gibi suratını asıyor, çünkü Dr. Timbers iyimserliğe hiç inanmıyor; yaptığı işi sürekli duygusuzluk, olumsuzluk ve kötümserlikle ilişkilendiriyor.


Ama insanı depresyona sokan hayat felsefesiyle beni iyileştirmekte başarısız olduğunu ve şahsen ayrılık süresinin sonrasına gözümü diktiğimi anlamasını sağlıyorum. “Uçtuğumu hayal edin,” diyorum. Bu kötü yerdeki tek siyah dostum Danny de buradan çıkarken ne yapacağı sorulduğunda. Dr. Timbers’a aynen böyle demiş. Danny’nin repliğini çaldığım için kendimi kötü hisseder gibi oluyorum, ama işe yarıyor; işe yaradığını biliyorum, çünkü Dr. Timbers midesine yumruk indirmişim gibi gözlerini kısıyor.


Arabayı annem kullanıyor. Maryland sınırlarından çıkıp Delaware’deki hamburgercilerle açıkhava alışveriş merkezlerinin yanından geçtiğimiz sırada, Dr. Timbers’ın beni o kötü yerden çıkarmamak için direndiğini, fakat birkaç avukat ve bir arkadaşının -benim de yeni terapistim olacak- terapisti sayesinde bir hukuk savaşı başlattığını, sonunda jüri heyetini beni eve götürebileceğine ikna ettiğini anlatıyor, ben de ona teşekkür ediyorum.


Delaware Memorial Köprüsü üzerindeyken bana bakıp, “İyileşmek istiyorsun, öyle değil mi Pat?” diye soruyor. İyi biri olmak isteyip istemediğimi soruyor.


Başımla onaylıyorum. “İstiyorum,” diyorum.


Ve 1-95 otoyolunda hızla ilerleyip New Jersey’e dönüyoruz.


Haddon Caddesi üzerinden memleketim Collingswood’un göbeğine doğru ilerlerken anacaddenin değiştiğini görüyorum. Bir sürü butik mağaza, pahalı görünen bir sürü yeni restoran, kaldırımlarda yürüyen iyi giyimli yabancılar… Doğru yerde olduğumuzdan şüpheleniyorum. Gerildiğimi hissettiğimde, bazen yaptığım gibi, derin nefesler alıp veriyorum.


Annem ne olduğunu sorunca ona sorunumu söylüyorum, o da yeni terapistim Dr. Patel sayesinde kendimi en kısa sürede yine normal hissedeceğim konusunda garanti veriyor.


Eve vardığımızda derhal bodruma iniyorum ve kendimi Noel sabahında gibi hissediyorum. Annemin alacağına dair defalarca söz verdiği ağırlık aletini, egzersiz bisikletini, halterleri ve o kötü yerde gece yarısından sonra televizyon reklamlarında görüp göz koyduğum Stomach Master 6000′e bakıyorum.


“Sağ ol, sağ ol, sağ ol!” derken anneme kocaman sarılıyorum, ayaklarını yerden kesip havada bir kez döndürüyorum.


Onu tekrar yere bıraktığımda gülümseyerek, “Eve hoş geldin, Pat,” diyor.


Hemen iştahla çalışmaya başlıyorum; ağırlık kaldırma, kol çalışma, Stomach Master 6000’de mekik çekme, bacak kaldırma, diz çökme, saatlerce pedal çevirme ve su içme (sonsuz sayıda küçük H2O dozlarıyla günde en az dört galon su içmeye çalışıyorum) setleri arasında gidip geliyorum. Sonra yazmaya başlıyorum; Nikki günümü nasıl geçirdiğimi okusun da ayrılık süresi başladığından beri neler yaşadığımı anlasın diye hemen her gün günlük tutuyorum. (O kötü yerde aldığım haplar nedeniyle hafızam körelmeye başladı, o yüzden başıma gelen her şeyi yazmaya, ayrılık süresi sona erdiğinde Nikki’ye anlatacaklarımı listelemeye başladım. Böylece bıraktığımız yerden devam edebileceğiz. Ama o kötü yerdeki doktorlar eve çıkmadan önce yazdığım her şeye el koydular, o yüzden yeniden başlamam gerekiyor.)


Sonunda bodrumdan yukarı çıktığımda duvarlarla şömine rafından Nikki’yle birlikte çekindiğimiz fotoğrafların kaldırıldığını fark ediyorum.


Anneme fotoğrafların nereye gittiğini soruyorum. Ben eve gelmeden birkaç hafta önce eve giren bir hırsızın fotoğrafları çaldığını söylüyor. Hırsızın Nikki’yle çektirdiğimiz fotoğrafları neden isteyebileceğini sorduğumdaysa bütün fotoğrafları pahalı çerçevelerde tuttuğunu söylüyor. “Hırsız neden diğer aile fotoğraflannı çalmamış?” diye üsteliyorum. Annem bütün çerçeveli fotoğrafların çalındığını, ama aile fotoğraflarının negatiflerini sakladığından, hemen bastırıp yeni çerçevelerle duvarlara astığını söylüyor. “Nikki’yle benim fotoğraflarımı niye yeniden bastırmadın?” diye soruyorum. Annem düğün fotoğraflarının ücretini Nikki’nin ailesinin ödediğini, ona sadece beğendiği fotoğrafların kopyalarını verdiklerini ve bu yüzden Nikki’yle benim fotoğraflarımın negatiflerine sahip olmadığını söylüyor. Nikki, düğün haricinde başka fotoğraflar da vermiş, ama eh işte, ayrılık süresi nedeniyle ne Nikki ne de ailesiyle görüşmedikleri için bizim fotoğraflarımız konusunda elinden fazla bir şey gelmezmiş.


Hırsız tekrar gelirse onun dizlerini kıracağımı, gebertene kadar pataklayacağımı söylediğimde annem, “Yaparsın, inanırım,” diyor.


Evde olduğum ilk bir hafta boyunca babamla tek bir kelime bile konuşmamamız şaşırtıcı değil, çünkü babam her zaman çok yoğundur; Güney Jersey’de Big Foods şirketinin bölge yöneticisi olarak çalışıyor. İşte değilken çoğu zaman kapısını kapatıp çalışma odasında Amerikan İç Savaşı’nı anlatan tarihi romanlar okur. Annem eve dönmüş olmama alışması için babamın zamana ihtiyacı olduğunu söylüyor, ben de konuşmaktan korktuğum için ona bu zamanı vermekten gayet memnunum. O kötü yerde sadece bir kez ziyaretime geldiğinde bana bağırdığını, Nikki ve genel olarak iyimserlik hakkında ağza alınmayacak laflar ettiğini hâlâ hatırlıyorum. Babamla evin koridorlarında falan karşılaşıyoruz tabii, ama yanından geçerken bana hiç bakmıyor.Nikki okumayı sever, benim de edebi eserler okumamı isterdi; böylece sırf geçmişte suskun kaldığım akşam yemeklerinde sohbete katılabilmek amacıyla kitap okumaya başladım. Nikki’nin tümü İngilizce öğretmeni olan ve benim cahil..
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder